Özgürlük Meleği Leyla Agirî…

Leyla, tarihi milattan 5 bin yıl öncesine kadar uzanan ve tarih içinde birçok medeniyete ev sahipliği yapan, aradan geçen bin yıllara, yıkımlara, savaşlara ve doğal felaketlere rağmen ayakta kalmayı başaran ve birçok kültürün izlerini günümüze kadar taşıyan Van’da dünyaya geldi.

Tarihi kültürel birikimleri ve doğal güzellikleriyle göz kamaştıran kenti kuşatan Süphan, Artos, Kato ve Varak (Erek) dağlarından esen ilk yaz rüzgarların ovadaki laleleri alınlarından öptüğü yaz mevsiminde;1 Haziran 1973 tarihinde nüfusa ‘Filiz’ olarak kaydedildi. Ailedeki adı ise “Filo”dur, 1993 yılından sonra “Filiz”, adım adım “Leyla”ya dönüşecektir.

Leyla’nın doğum tarihi nüfus cüzdanında 1 Haziran 1973. Ancak o yıllarda ve öncesinde bölgede doğan hiçbir çocuğun doğum tarihi kesin değildir.  Leyla da büyük bir ihtimalle gerçek doğumundan sonra nüfus idaresine gidildiği gün kayda geçmiştir. Ailesine yazdığı bir mektupta bu durumu şöyle anlatır Leyla: “ Bu gece bir düş yolculuğuna çıkıyorum, dünyaya geldiğim çok küçük mekândayım. Hangi ay ya da hangi gün bilinmez. Nüfus cüzdanıma 1 Haziran yazılıdır. Sanırım babam o gün kaydımı yaptırmış,  ondandır.” 

Leyla’nın ailesi 1. Dünya Savaşı yıllarında bir yanı İran’dan, diğer yanı Kafkasya’dan sürülmüş muhacirlerin oluşturduğu bir aileydi. 

Köyden bozma bir kasaba olan Van ili Özalp ilçesi de Kürtlerin, Azerilerin, Karadeniz’den mecburi iskan kanunuyla gönderilmiş Lazların, ticari amaçla bölgeye dağılmış Arapların, bir avuç kül gibi dünyanın dört bir yanına dağılmış Romanların ve bir de soykırımdan geriye kalan ve ‘kılıç artığı’ olarak anılan Ermeni, Süryani ‘dönmelerinin’ iç içe, kardeşçe yaşadığı mülti-kültürel bir yerleşim alanıydı.

Küçük kasabanın gökkuşağı gibi bu rengarenk yapısı Leyla’nın hoşgörülü, kucaklayıcı ve empati duygusu güçlü kişiliğinin şekillenmesinde önemli bir rol oynadı.

Nazlı, kırılgan, kıpır kıpır bir çocukluk dönemi geçirdi.  4 yaşındayken annesini kaybetti. Yaşadığı sürece anne sevgisi ve şefkatinin eksikliğini hep hissetti. Yılları anne özlemiyle geçti. Annesizliğin acısı, anne hasreti yakasını hiç bırakmadı, yüreğinde kara bir boşluk olarak kaldı annesizlik. Bundan olsa gerek sonraki yaşamında genç yoldaşlarına bir anne sıcaklığı ve şefkatiyle yaklaştı, anne hasretini kendisi annelik yaparak gidermeye çalıştı, son nefesine kadar…  

Leyla her ortamda fark edilmek, hak ettiğini düşündüğü ilgiyi ve değeri görmek istiyor, bunun çabasını veriyor ve başkasına verdiği değerde kendi değerinin büyüklüğünü hissediyor, onu özel kılan bu yanının derinliğine inmeye çalışıyor, bu yüzden kendi sürekli olarak gözden geçiriyor, tartıyor, tanımaya, anlamaya özel önem veriyordu.

Özel ve farklı biri olduğunu herkese, her yere, evrenin en ücra köşelerine kadar avaz avaz haykıracak kadar kendisini ve hayatı seviyor, iyi, güzel, etkili olan ne varsa tutkuyla sarılıyordu… 

Ümidi, sevinci, neşesi sonsuz gibiydi. Güler yüzlüydü. Aydınlık bakışların, şefkatli yaklaşımların sahibiydi. Leyla’da acının ve kederin bile ayrı bir tadı vardı.  Kederlerini içinde ıssız bir köşeye itse de her zaman görünen ve etkileyen bir yanı vardı. Ayrıca acısıyla ve kederleriyle barışıktı. Onlara rağmen yaşamın yüreğinde özgürce dans etmekten büyük keyif alırdı.

Onun daha hayatının başında annesiz bırakan, ağır sorumluluk almasına yol açan dünyaya küskün, kırgın olsa da hayatı çok seviyor, acısı ve kederlerini incitmeden hayatı doya doya yaşamak istiyor, bu yolda sınır ve engel de tanımıyordu.

Genç yaşında Serhad bölgesinin birbirinden güzel halaylarının, birbirinden etkili kilamlarının ve büyüleyici masallarının peşine düşüyor, onlarda kendini bulmaya, hayatını anlamlandırmaya çalışıyor, acıların yaktığı yüreğini sevinçleri çoğaltarak yatıştırmanın gayreti içinde oluyordu.

Büyük bir merak duygusuyla da ne bulduysa okumaya, öğrenmeye çalışıyor, susamışcasına okuyor, içindeki merak duygusunu bastırmak yerine kamçılayarak araştırmayı, sorgulamayı ve anlamlandırmayı bir yaşam biçimi haline getiriyordu…

Leyla Van’daki gençlik yıllarını gerçeği; hayata, insana ve elbette kendine dair yalın gerçeği arama ve öğrenme çabasıyla geçirdi. Onun gençlik yılları hayatı, insanı, en çok da kendisini keşfetmenin arayışıyla geçti. Her şeye rağmen iyimserdi. Bilgece bir iyimserliğe sahipti ve karşılaştığı her kişide, gittiği her yerde, yaptığı her işte bir anlam bulmanın ve bir anlam katmanın uğraşı içindeydi. 

Leyla büyüdükçe yoksulluğun, kültürel geriliğin ve sömürgeci eril sistemin ruhuna vurmaya çalıştığı zincirlerin de farkına varıyor, paslı zincirlerin canını yaktığınıı hissediyor ve bunu aşmanın bir yolu olduğunu düşünüyor,  o yolu arıyor,  soruyor, soruşturuyor, bulmaya çalışıyordu.

Dar bir çevrede yaşıyor olmak, insanı tüketen küçük şeylerle uğraşıyor olmak onun ruhunu daraltıyordu. Işıkları söndürülmüş, karanlığa gömülmüş ülkesinde yaşanan acılar, onu bir karşı koyuşa doğru itiyor, insanlık adına, yurtseverlik adına ve kölenin kölesi konumuna itilen Kürt kadınları adına tutum almaya zorluyordu.

Kürdistan’daki baskılar, barbarca uygulamalar onun özgürlük tutkunu, adil, eşitlikçi,  ince, narin, nazenin ruhunu bunaltıyordu.  Güçlü sorumluluk duygusu ve her koşulda ölümüne sahiplendiği onuru ruhunun da ateşlemesiyle onu bütün bunlara karşı direnişe götürüyordu. 

Olan bitene kendi çapında bir karşılık verebilmek için arayışlara giriyor ve hayatın yanında insanlık değerlerini korumak adına mücadele etmeyi seçiyor, bunu tek çıkış, tek yol, tek umut olarak görüyordu. İstediğini yapamadığı, önüne çıkan engelleri aşamadığı zaman ise kırılıyor, küstüm çiçeği misali içine çekiliyordu.

Ailenin genetik hastalığı astım hastalığı onda da vardı ve astım illeti zaman zaman zorlayıcı da oluyordu ancak, bir keresinde dediği gibi onu ‘astımdan çok özgür olamama’’ boğuyordu. Baskılardan, gerici değer yargılarından, alışılagelmiş insan ruhunu yaralayan alışkanlıklardan bunalıyor, toplumsal gericiliğe karşı direniyor, kim olursa olsun boyun eğmek yerine itiraz etmeyi seçiyor, bunun ruhuna daha iyi geldiğini fark ettikçe de mücadele yönünde ilerliyor, mücadeleci kişiliğini güçlendirmenin çabasını veriyordu.

Leyla Kürt halkının özgürlük mücadelesine emin adımlarla ve hep sırtında taşıdığı o ağır sorumluluk duygusuyla katıldı. Katılmadan önce kararını tartarak, tartışarak, ‘olmazları’ aşarak verdi ve bu yolda ilerledi. Bütün geri çekmelere, engellere, zorluklara rağmen mizacının en önemli özelliği olan inatla, inat ederek yoluna çıkan engelleri bir bir aştı ve sonunda da öfkeli bir ırmak gibi kavganın denizine aktı…

1993 senesinde bir gün İstanbul’dan Serhad’a giden bir otobüse bindi.  Birçok şehirden, birbirine benzeyen birçok kasabadan geçti. Uzaktan harabeyi andıran köylere, ağaçsız düzlüklere, başı karlı dumanlı dağlara bakarak gitti..Yüreği pır pır, omuzlarında acılı bir tarihin büyük yükü, hiç konuşmadan yüce Ağrı Dağı’nın eteklerinden geçip küçük bir ilçenin derme çatma otobüs terminalinde otobüsten indi… 

Serhad’ın yüreğindeki volkanik Tendürek ikizleri onun 27 yılını geçireceği Kürdistan dağlarındaki ilk durağı oldu. Orada yeni hayatının ilk zorlu sınavını yaşadı. Çiçeği burnunda bir gerilla iken kendini şiddetli bir savaşın içinde buldu. Hastalığına, narin, zayıf bedenine rağmen, onurundan, sorumluluk duygusundan ve onu özel kılan inadından aldığı güçle arkadaşlarıyla birlikte destansı bir direniş sergiledi. 

Babasının nazlı kızı, ailesinin nazenin çiçeği savaşın acı gerçeğinin bütün çıplaklığıyla sürdüğü Kürdistan dağlarında azimle, kararlılıkla direndi ve içindeki mücadeleci kişiliği yeni ve deneyimsiz olmasına rağmen orada ilk zaferini elde etti..

27 yıl kaldığı dağlarda insani değerlere, erdemli kişiliğine bağlı yaşadı. Ruhunun onu alıp götürdüğü Kürdistan’dan bir gün olsun bile ayrılmadı. Kaderini kederli halkının kaderine bağladı ve halkından, acıyla kanayan toprağından hiçbir zaman kopmadı. Kendini tarihi, kültürel ve doğal zenginliklerine tutkuyla bağlandığı Kürdistan’ın her bir yerinde mutlu ve huzurlu hissetti. 

Onun ruhu oraya aitti ve kaderi o topraklara yazgılıydı.

Leyla hayatını mücadele içinde geçirdi. İnatçı, yaratıcı, bilge ve mücadeleci kişiliğini 27 yıl boyunca Kürdistan dağlarında ateşten çemberlerin içinden geçirdi. Orada pişti, orada yüceldi ve yüceltti. 

Leyla gerçek anlamda bir özgürlük perisiydi. İçinde ateş böceği taşıyan bir özgürlük perisi.        

Sistemin, ailenin, çevrenin ona biçtiği ya da gelecekte biçilmesi muhtemel rolleri kabul etmedi. Yazgısının özüne uygun yaşamayı seçti. Özüne uygun yaşam yolculuğunda ısrarcı olanların içinde bir ateş böceği barındırdığına inanılır…

Pırıl pırıl, neşeli, canlı, parlak, hayat veren bir ateş böceği. 

Onların yoldaşı, zifiri karanlıklarda yol göstereni, özünün hatırlatıcısıdır ateş böceği . Hani yolculuklar bazı insanları başladığı noktadan çok başka noktalara getirir ya; hani doğrular yanlış, güzel dedikleri çirkin çıkar; anlam yüklediklerin anlamsızlaşır ya; ama işte içinde ateş böceği barındıranlarda bu olmaz. 

İçinde ateş böceği barındıran insanlar nasıl başladılarsa o saflıkta yollarını yürürler.  Leyla da böyle biriydi ve bu yolu saflıkla ama kararlıca yürüdü. Onun 1993 senesinde başlayan yolculuğu 2020 senesinde yön değiştirdi. 

Leyla’nın özgürlük kavgasıyla başlayan hayat yürüyüşü şimdi evrenin bir başka köşesinde devam ediyor. Yol sonsuz, hayata ve insana dair yüce değerler için mücadele eden kimse ölümsüzdür…

23 Haziran 2020 akşamı sömürgeci sistemin devleti; ırkçı, inkarcı ve imhacı Türk devleti Leyla’yı ve arkadaşlarını ahlaksızca ve acımasızca gerçekleştirdiği bir hava saldırısı sonucu katletti. Onun bedeni dünya değiştirdi ancak özgür ruhu da evrenle bütünleşti. 

Leyla ve özgürlük yolunda hayatlarını kaybeden bütün Kürdistan özgürlük şehitleri ölümsüzdür. Onlar hep bizimledir, yüreğimizde ve bilincimizdedir 

Kaldı ki dünya durdukça insanlığın içinde ateş böceği taşıyan tanrıçalara ihtiyacı da hep olacaktır…

Öne Çıkanlar