eskiden çok yürürdüm
içimde geçmişin kalabalığı
alır başımı tenha tenha giderdim
iki ateş arasındaki kalbimi
şehrin bir ucundan diğerine savurur
meyhaneleri geçmişe
şarkıları bugüne siper ederdim…
eskiden bu kadar hantal değildim
ve ayrıca
yine de güzeldi herşey
güzel olan
kederli bir tadı olan
senin
güzel günlerden arda kalan
kavruk hasretindi…
şimdi pek yürümüyorum
şehre savuracak gücüm yok artık
taşa kesilen kalbimin ise
ateşler umurunda değil
bütün siperleri terk ettim
mevzileri tekmeledim
şimdi her şey önemsizden öte
önemsiz…
en son dün alıp başımı gittim
yine aynı yollardan geçtim
boynu yine büküktü nehrin
şehir yine darmadağın
sokaklar her zamanki gibi soğuk
kendinden başka kimseyi sevmeyen insanların
gözleri yine donuktu
her şeyi altüst eden zaman
her şeyi olduğu gibi bırakmıştı
yine de şehre sığınmak
elimde naçar kalmış kalbimi
uçurumdan uçuruma savurmak istiyordum
işte o gün
çiçekler içindeki bir sokakta
sana benzeyen bir kadın
salım salım sallanarak
geçip gitti önümden
ufka giden bir gemi gibi
eteklerinden narin rüzgarlar esiyor
ayak izlerinden ışık dalgaları yükseliyordu
ölü gibi ama daha ölmemiş
karanfil sesli kırlangıçlar da
kırılan dallarını terk etmeye
yeni bir göçe hazırlanıyordu
laf aramızda
gözüm iyi görmüyor artık
emin olamadım
kararsız kaldım ama
yine de gittim peşinden kadının
kolundan tutup çektim
Leyla’ya ne çok benziyorsun dedim…
gülümsedin
gamzelerinden kır çiçekleri döküldü
– aşk olsun günay dedin
bu kadar mı çabuk unuttun beni
gamzelerinden dökülen kır çiçekleri
düştükleri yerde kanamaya başlamışlardı
oturdum kıyısına
yüreğim gibi çırpınan kır çiçeklerinin
oturdum saatlerce
başımı kaldırdığımda çekip gitmiştin
yine elimden kayıp gitmiştin
o an
ölecek gibiydim ama ölmedim
durup
dönmeni bekledim…
ümitsiz bir göç mevsiminde
bütün şarkıların sustuğu
bütün güzel günlerin kaybolduğu
o zehirli ülkede
içimde bir matem ezgisi
elimde kanayan kır çiçekleri
senin geri dönmeni bekledim…
dönmedin
kederli bir tadı olan özlemine
dağları sevmiş kadınların diktiği
kıldan ince
kılıçtan keskin
çiçekli bir kefen geçirdiler
dağları sessizliğe
beni sensizliğe mahkum ettiler…
telefona da bakmıyorum artık
yürürken çantama
evde bir köşeye atıyorum
rehberdeki bütün isimleri senin isminle değiştirdiğim
her çaldığında kendimden geçtiğim
ve hep hayal kırıklığı yaşadığım için
telefon artık mutsuz ediyor beni
arada bir şilan
bazen rojin arıyor
ama onlar da biliyor
sesleri
senin sesine yetmiyor
hep sen arardın beni
ve sen aradığında susardık
aradan yıllar geçer
şarkılar
şiirler
masallar
anılar yaşlanır
dağları alev alır
denizleri yangınlar
ama biz susardık
susacak ne çok şeyimiz varmış ki
susmaya ömür yetmedi…
şilan’ın senin için derdiği çiçekleri vitrine koydum
yanında senin için ayırdığım şarap bardağı duruyor
içinde senin ışıl ışıl ışıldayan gülüşlerinden
arda kalmış bir fotoğrafın…
sen içmezdin
senin ve herkesin yerine benim içerdim
ama bana söz vermiştin
zafere birlikte kadeh kaldıracaktık
oysa benim zaferim sendin
bunu sana söyleyemezdim
söylesem kızardın
ama bayrağım sendin
sevdam sen
kavgam sen
özgürlüğüm sendin
sensiz zaferi neyleyim şimdi
sensiz zafer
varsın bu lanet dünyanın olsun
zafer
varsın
yalnız kalmış babaların
bağrı yanmış anaların
ölü gibi ama daha ölmemiş çocukların
kardeş bacıların
yürek ezgisine duyarsız dünyanın olsun…
önümde bir deniz uzanıyor şimdi
eriyen bir buz parçası gibi ömrüm
ufka giden gemilerin ardından akıyor
senden sonra
elimde sadece şiddetli bir yalnızlık var
alev alev yanan
bütün anılar sırılsıklam
güzel günler dersen
kanatları parçalanmış kuşlar gibi
kan kusuyor…
ömür artık kan
ömür artık ölüm
ömür artık alev kusuyor
sensiz
her şey hayal
her şey yalan oluyor…
gerçek olan sendin Leyla…
gerçek olan
sensiz kalan ömürlerimizin bam teline
tedirgin bir kuş gibi kondurduğun gülüşlerindi…