Kadının köleleştirilmesi, ataerkil egemenlikli iktidarların, çok boyutlu beslenme kaynağıdır. Tüm eşitsizliklerin, iktidar üreten mekanizmaların, kurumların temeline kadın köleliği yerleştirilmiştir. Beş binyıllık devletli toplumun inşasında, toplumsal yaşamın özü adım adım manipüle edilmiş, parçalanmış, yerine çarpık toplumsal zihniyetler ikame edilmiştir.
Hediye Karaarslan/ Demokratik Modernite
Öncelikle İktidar tartışmalarındaki bazı yaklaşımlara göz atıp hatırlamak faydalı olacaktır. İktidar kavramını soyut elle alma temel bir yanılgıdır. İktidar denilince, kutsiyet atfedilen, görünmeyen flu bir alan, “tanrılaşan” “temsilcisi göklerde”olan, korkulan, sınırsız güç sahibi gibi bir çok özellik hemen akla gelir. İktidar, devlet ile birlikte zihinlerde kendini mutlak güç, olarak inşa eder ve toplumsal inşa ile de kendini geleceğe taşır. Toplumu kendisi olmadan yaşayamayacağına ikna eder. Foucalt, iktidarı “karmaşık ilişkiler” olarak değerlendirir ve ağ benzeri bir araçsallıkla çalıştığını belirtir. Toplumun ihtiyacı olan alanları bu ağlarla kendine bağlayıp, güce dönüştürme kapasitesine sahiptir. Bin yıllardır varlığını çoğaltarak devam ettirdiği gibi bukalemun gibi değişik kılıflara da bürünebilir. Onun içindir ki “iktidar kötülüktür, hastalıktır” bu da anlayışta kendini yeniden üretilebilen erkeklikte somutlar.
İktidarın toplumsal rıza üretmesi, iktidarın meşruluğuna giden yolda iktidarları süreklileştirir, geleceğe taşır. Günümüz iktidarı, baskı yöntemlerinden, güç ilişkilerinden çok, bireylerin kendi düşünce ve kararlarıyla iktidara bağladıkları dolayısıyla iktidarlar toplumun en küçük biriminde hatta her bireyde kendini üretip yaşatabilmektedir. Rıza gösteren toplum, zihinsel olarak içinde bulunduğu cenderenin farkında değildir. Düşüncesi, duygusu, bedeni özcümle bütün yaşamı ve insanlığı iktidarların elinde adeta oyuncağa dönüşmüş köleleşmiştir.
İktidarlar, siyasi, iktisadi, ideolojik ve askeri gibi kaynaklardan beslenmekle birlikte, İktidarın ideolojik kaynaklarından ilki ve temelinde olan cinsiyetçiliktir, toplumun en küçük hücresine kadar sirayet etmiştir. Cinsiyetçiliğin inşası erkek egemenlikli tarihle başlar, erkek özne olurken, kadın nesneleştirilir. Endüstriyalizm kadını metalaştırılırken, yaşamım bütün zenginliği yitirilir, toplumsal sorunlar derinleştirir. Bireycilik üretilip, yönetilirken birey ile erkek olmak eş görülür. Toplumun yapısal sorunları süreklilik kazanır, mitoloji, din, bilim, felsefe, ekonomi, aile hem cinsiyetçi iktidarların inşa edilmesinde araçsallaştırılır hem de güç kazanmada ve iktidarın devam ettirilmesinde önemli roller atfedildi. Bu temelde İktidar ve toplumun değerlerini gasp eden iktidar örgütlenmelerini, salt günümüz koşullarında değerlendirmek dar ve eksik kalır. İktidarlar bir anda ortaya çıkmadı. Devletler bir anda toplumun bütün değerlerini gasp etmedi. Bin yılları aşan bir sürecin inşasından söz edebiliriz.
Kadınlar tarihin hangi döneminde kaybetmeye başladılar? Kadın toplumsal düzenin sağlayıcı gücü iken nasıl oldu da erkek iktidarını ilan etti? Toplumun bütünü bu yeni sisteme nasıl ikna oldu? Kadınlar bu köleliğin inşasına giden yolda direnç gösterdiler mi yoksa kadında iktidarın işbirlikçisi mi oldu? kadın köleliğinin inşasına giden yolda işbirlikçiliğin rolü nedir ve iktidarlarla işbirliği yapan alanlar kurumlar nelerdir? Sorularına yanıt ararken “Kaybettiğini kaybettiğin yerde aramak” belirlemesinden yolla çıkarak tarihin başlangıçından günümüze kısa bir göz atmak gerekmektedir.
Mitoloji ve Dinin Kadın Köleleşmesindeki Rolü
Mitoloji ve dini söylem ataerkil iktidarın inşa edilmesinde ve meşrulaşmasında çok etkilidir. İktidarın tahtını teklik üzerine kuran ana kaynaklardandır. Mitoloji inşa da güçlü rol oynarken dinsel söylem ise devamlılıkta, sınırsız güç olmada daha etkili olmuştur. Şamanlar rahiplere tanrılara evrilerek iktidarın koşulsuz destekçileri olmaktadır. Şimdilerde ise dini merkezler, sahte “din adamları” aracılığıyla iktidarların değirmenine su taşımaya devam etmektedirler.
Başta Mezopotamya olmak üzere ilk dönem mitolojilerinde, kadın varlığı, güçlü bir figür olarak tanımlanmış, gücün dorukta ve bu gücü kullanımında kadın öznedir. Kadının üretkenliğinin kutsandığı, üretkenliğin ortaya çıkan tarihi figürlere yansıdığı, dolayısıylada üretkenlik ile bereketin aynı figürlerde yan yana sembolize edildiği, arkeolojik kazılar sonucunda çıkan figürlerde görülmektedir. Tanrıçalar doğuran, büyüten, koruyan, düzenleyen, besleyen, bir nevi yaratıcı konumdadırlar. Tanrıçalara atfedilen bu özellikler paleolitik ve neolitik dönemde kadının toplumdaki rolünün yansıması olduğu tahmin edilmektedir. Özellikle bu döneme ait dünyanın farklı coğrafyalarında benzer özellikli figürlerin bulunması ve sözlü aktarımlar yapılan değerlendirmeleri güçlendirmektedir. (Göbeklitepe ile birlikte, her ne kadar bazı çalışmalar yapılmış olsa da yeniden bir yoruma ihtiyaç olduğu çekincesini de belirtmem gerekiyor.)
Erkeğin güç biriktirmesi, başlangıç açısından tartışmalı olmakla birlikte ağırlıklı erkeğin doğurganlıktaki rolünün anlaşılması, avcılık ile fiziksel güçlenmesinin yanı sıra analitik zekasının özelliklede kurnazlığının gelişmesi ve yaşlıların toplum dışına itilmesinden dolayı yaşlı erkek ile genç erkeklerin itiffak kurmuş olmaları üzerinde ağırlıklı olarak durulmaktadır. Ancak güç birikimin ya da erkeğin iktidarına giden yolda yeniden mitolojiye ve arkeolojiye yönümüzü döndüğümüzde erkeğin de figür olarak belirmeye başlaması, tanrıçaların yanında “eşleri, babaları, çocukları, kardeşleri” olarak yer almalarıdır. İsis-Osiris, İştar-Dumizi, Kibela-Attis gibi. Bu aynı zamanda uzun yıllar sürecek bir mücadelenin başlangıçıdır. Kadın ile erkeğin arasında gelişen mücadele toplumun savunulması ile iktidarların değerleri gasp etmesi arasındadır. Özellikle Sümer tanrıçası İnnana ile Enki arasında gelişen mücadelede, neolitiğin kadın eksenli yaratımları, enki şahsında erkekler tarafından yutulmak istenmiş, İnnana şahsında ise kadınların mücadelesi öne çıkmıştır. Denge dönemi olarak da ifadeye kavuşturacağımız bu dönem esasen içinde bir sonraki dönemin izlerinide taşımaya başlamıştır. Kadının ve tanrıçaların yavaş yavaş toplumsal işlerden çekilerek, cinsellik-güzellik ekseninde tariflenmeye başlanmıştır. Iştar, artık cinsel gücün ve aşk tanrıçasıdır. Hathor(Mısır ın tanrıçası), aşkın, şarabın, cinselliğin, güzelliğin tanrıçasıdır.
Denge sürecinin son tanrıçası, Tiamat (bazı mitolojilerde Hubur Ana) ın Marduk ile yürüttüğü mücadele yenilip, Marduk tarafından öldürülmesi, bazı kaynaklara göre de Timatı küçük parçalara ayırıp dünyanın farklı coğrafyalara savurması esasında Marduk un kazanma miti ile Babil in köleci devletinin yükselişi ve kadın köleleşmesinin inşasında bir milattır.
Güçlü genç erkek, yaşlı deneyimli erkek ve şamanların işbirliği ile kadın yaratımları iktidar odaklarına dönüştürülürken, kurgusal mitolojiler erkek aklı ile inşa edildi. Paylaşıma, toplumun düzenlenmesine, bereket ve yaratıcılık ile anılan kadın özü ters yüz edilmek için tanrılar tarafından yeni kadın tanrıçalara yaratılarak, kötü özellikler atfedildi.Medusa, yunan mitolojisinde aslında verimlilik tanrıçası iken, erkek egemenliği ile birlikte ölümün korkunun çirkinliğin, pandora ilk kadın ve bağışlayıcı iken kötülükleri dünyaya salarak, kötülüğün kaynağı ilan edildi. Pandoranın kutusunun açılması da yaratılan algının binlerce yıllık söylemidir. Zeus ise Hera yı yaratarak, kıskanç, geçimsiz, dırdırcı gibi bir çok olumsuz özelliği yükledi. Tanrıçaların zorla evliliklere zorlanıp, kaçırılmaları “tecavüz kültürünün” başladığı noktalardan biridir.
Başlangıçta tanrıça tapınakları toplumsal yaşamın öğrenildiği mekanlar iken, dinsel mekan olarak inşa edilip, kadınlara kapatılıdı. Kadınların tanrıçalar şahsında parçalanıp kötülük kaynağı olarak görülmesi ve “modern” yaşamın kurulması için yaratımlarının ortadan kaldırılması gerektiği, kadın tanımını “cadıya” kürdistan da “pırxevok” a dönüştürmüştür. Kürdistan’da neredeyse her köyün yaşlı kötü korkunç bir “pırxevok”u vardır. Çocukları kaçıran, lohusa kadınlara karabasan olan, güzel genç kadınları yoldan çıkaran, köylerin dışında doğada yaşayan, modern yaşamın düşmanı çirkin yaşlı kadınlar… erkek yaratımı olan korkunç kadınlar.
Mitoloji özellikle düşünsel arka planın oluşturulmasında önemli rol oynamıştır. Hakikati ters yüz ederek, “makul kadın” ölçülerini öne çıkarmış, uygarlık tarihinin her aşamasında ataerkil iktidarların yandaşı olmuştur. Özgür bir var oluşa dayalı toplumun, kadınla birlikte iktidar alanına dönüştürmüş özgür kadın kimliğinden köle kadın kimliğine geçiş ve direnen kadının korkunç dışlanması düşüncede iktidara mutlak teslimiyetin, yollarını döşemiştir. Açtığı yolda tek tanrılı dinler ilerleyerek mutlak iktidar, mutlak devlet ve tek tanrı ittifakını sağlamlaştırmıştır.
Tanrının, tek ve mutlak güç olması ile birlikte, yaşamın bütün alanları, “tanrı buyruğuna” göre inşa edilmeye başlandı. Kadın bütün kötülüklerin kaynağı, en büyük ve ilk günahın müsebibi, doğasında bütün kötülükleri barındıran ve dolayısıyla da “kontrol” altına alınması için cezası cehennem olan kurallar gerekiyordu. Neredeyse tek tanrı ile birlikte dinler, kadın tarifini, kontrolünü ana eksenlerine oturtmuşlardır. Lilith- Havva kadın kimliğinin inşasında en önemli figürlerdir. Lilith hakkında mitolojilerden başlayarak, yahudilik ve hristiyanlık gibi tek tanrılı dinlerle devam eden, birçok yorum ve bilinmezliğe rastlamaktayız. İlk olarak tanrıça İnanna nın sağ kolu olarak rastlanan lilith, daha sonra korkunç bir yaratığa ve kadına dönüşür. Özellikle hristiyanlık ve yahudilikle birlikte, itaat etmeyen, asi, erkeği baştan çıkaran (bazı durumlarda kadınıda), çocukları öldüren, lohusa kadınları delirten, cinselliğini kullanan dışlanması ve yok edilmesi gereken bir kadına dönüşür.
Lilith’in adem ile eşit yaratıldığı öne çıksada bazı inançlarda adem in saf topraktan, Lilith in ise yaratılırken toprağa çöp ve tortu karıştırıldığı, Adem’in Lilith i itaate zorladığı, Lilth in uyumsuz olduğu bu nedenle Adem’i terk edip aldattığı. Tanrı nın ise Lilith’i “yola getirmek” için her gün çocuklarını öldürdüğü geçmektedir,
Aslında Lilth’e gelindiğinde tek tanrının artık hakimiyetini ilan ettiği, yanında “silik” de olsa kadınların olmadığı, mutlak itaatin esas olduğu, dolayısıyla lilith ile tanrı arasında yoğun bir mücadele yaşanmaktaydı. Erkeğin mutlak iktidarını sembolize eden tanrı ile kadının direnen, yaratımlarına ve topluma sahip çıkan bunun içinde çocuklarını dahi feda eden Lilth in amansız mücadelesidir.
Tanrı, lilithe karşı adem in eğri Kaburga kemiğinden “Havva”yı yaratmış, kadını erkekten aşağı kılarak, mutlak itaat eden bir varlık olarak tasvir etmiştir. Erkek icadı kadın kimliği yaratılarak, dinler açısından tarihin başlangıç noktasına konulmuştur. Adem-Havva ikilisi makul kadın ve makul erkek ölçülerinde değerlendirip öncesiz kılınmıştır. Dolayısıyla erkeğe itaat eden, yumuşak başlı, şefkatli, sevecen gibi ölçüler Havva şahsında kadına biçilmiştir. Havva ya biçilen rolleri, dinler tarafından esas alınmış, dışına çıkan her kadın “kötü, şeytan, şeytanın sureti, cehennemlik” gibi sıfatlarla yaftalanmışlardır. Tek tanrılı dinlerin yaratılış hikayelerinin bütününde kadın eksik olarak görülmekte, tanrının kendilerine verdikleri şansı iyi değerlendiremeyen, aklen zayıf, sadece tanrı değil erkekten sonra da yaratılarak erkeğe itaat etme zorunluluğu bulunmaktadır. İlk günah işleyen kadındır, dolayısıylada insanlığın kötü yolla sürüklenmesinde başlangıçtır. Yahudiliğin kutsal ibrani kabilesine inmiş olması, hristiyanlığın roma da devlet dini olarak kabul edilmesi, islamiyetin devlet dini olması gibi tek tanrılı dinler aynı zamanda erkeğin din aracılığıyla erkekliği sürekli üretmesini doğurmuştur. Devletleşen tek tanrılı dinler, kadını kutsal metinler aracılığıyla net ve katı şekilde tariflemiş, tanrıçalığın izlerini silmiştir. Bu katılığı islamiyette “inananların annesi” Ayşe, “kadın olacağıma taş olsaydım” diyerek kadın olmanın, girdiği güç olma mücadelesinde, zorluğunu net biçimde özetlemiştir.
Lilith-havva şahsında ataerkil iktidarlar kadın kadını kıskanır, kadın kadını öldürür yok eder diyerek, kadını daha çok birbirleri ile uğraşan, didişen noktaya çekip, kendi iktidarlarını garantilemenin argümanı olarak kullanmış, içeride birbirleri ile uğraşan kadınların erkek iktidarına karşı güçsüzleştirerek mücadele gücünü kırmıştır. Kadını kendi bedenlerinin bir parçasından yaratarak da, aslında makul kadını da ancak biz yaratırızın mesajını vermişlerdir. Hala bugünlerde dahi erkeğin kadını tarif etmesi, kadına rota çizmesi, kadın giyimi duygusu-düşüncesini tariflemesi, bu tanrısal çizginin yansımasıdır. Aynı zamanda “güçlü kadın” tanımlamalarında ya da yönetimlerde yer alan kadınların “erkek gibi, hükümet gibi kadın” olarak tarifi erkek aklının, kendi alanlarını kadın kimliğine kapatmasının cümleleridir. Erkek ile işbirliği halinde benzeşen kadın ancak güçlü olabilirin alt mesajının bütün kadınlara verilmesidir.
Bilimin ve Felsefenin Kadın Köleleşmesindeki Rolü
Bilimsel bilginin, iktidar eksenli inşa süreci, uzun ve sancılıdır. Bilgi, kadının doğa ile kurduğu ilişki ve deneyimler üzerinden, toplumun ihtiyaçları temelinde üretilip geliştirildi. Ekip biçme yaparken, tarımsal aletlerle birlikte doğanın dilli keşfedildi, bilgi olarak kodlandı. Doğayı tanıdıkça, zehirli- şifalı bitkiler keşfedilip, hastalıkların tedavisinde kullanıldı. Doğa gözlemlenip, iklimin dilli oluşturuldu. Anatomi, biyoloji, coğrafya ,tıp, matematik, antropoloji, demografi gibi bir çok alanda önemli bilgiler açığa çıktı, doğa ile kurulan üretken ilişkiler sonraki kuşaklara aktarılarak deneyimler ilerletilerek, hastalık tedavisinden, bitki yetiştirmeden, savunmaya, astronomiye kadar gelişmeler kaydedildi.17.y.y kadar toplumsal bilgi ile din ve bilimin kısmen de olsa iç içe geçmiş olması, bilgiyi iktidarın temel işbirlikçi alanları içinde değerlendirilmedi ancak 17. y.y’ın sonlarına doğru, bilgiye sınırlar çizilerek bilim, dinsel alandan ayrılarak büyük bir “güce” dönüştü. Bilim ölçülebilen, deney yapılabilen, görülebilen, somut olan “şeye” odaklandı. Bilim dışı görülen “her şeye” karşı savaş başlatıldı. “Cadı” ve “büyücü” olarak ilan edilen, deneyimli “şifacı, bilge kadınlar” ağır işkencelerden geçirilerek katliama tabi tutuldu. Modern bilim, din işbirliği ile kadınların bütün bilgi üretme ve bilgi geliştirme çalışmalarını din dışı ilan ettirerek yasakladı.
Aynı an da iktidarla birlikte, kadının ürettiği bütün bilgi birikimine el koyarak, modern bilimin temellerini oluşturdu. Birçok bilim alanında kadınların birikimini gasp eden iktidarlar, modern bilim alanlarını da kadına kapattı. Uzun yıllar boyunca kadının tıp gibi alanlarda eğitim alması yasaklandı. Tıp gibi kadının doğal yaşam içinde getirdiği alanlar erkeğin, ailesini kurup soyunu sürdüreceği, devletlerin kontrol alanına dönüştü. Bilginin toplumdan alınıp, iktidarlaşması ve tekelleşmesi süreci bütünlüklü olarak kadının kaybediş süreciyle paralel ilerlemiştir. Matematiğin gelişimi ile artı-ürünün ortaya çıkışı, zigüratları hesap yapılan mekanlara dönüştürdü. Ataerkil sistem “bilgiyi-bilimi” toplumdan alıp, iktidarların hizmetine ve devamlılığına sunmuş dolayısıyla bilgi her alan da cinsiyetçi kodlarla inşa edilirken, kadın kimliği de “labaratuvar” olarak elle alınmıştır. Kadın bedeni, meta olarak değerlendirip, “tüketimin” alanına indirgenmiştir. Tepeden tırnağa kadar neredeyse sistem kendini şekilsel olarak her an yeniden üretirken aynı zamanda zihinsel ve duygusal metalaştırma-köleleştirmeyi de inşa etmiştir. Sahte- sanal özgürlük algısını da hakiki özgürlüğün yerine ikame etmiştir.
Bugünkü modern bilim Avrupa merkezli gelişmiş, “bilgi güçtür” diyen modern bilimin kurucusu Bacon aklı eril, doğayı dişil olarak görür ve akıl ile doğa arasında, akıl lehine tam bir tahakküm ilişkisi kurgular. Doğayı asi olarak değerlendirir dolaysıyla “eril akıl “ile kontrol altına alınması gerektiğini ifadelendirir. Doğa ile bir tahakküm ilişkisi tarifi yapılırken, doğanın bir parçası olan kadının kontrol altına alınıp köleleştirilmesinin mesajı da verilir. “Bilim yuvaları” olarak sistemsel tanıma kavuşturduğu okullar aracılığıyla, bilgi-bilme-anlamanın devletlerce kontrol edilmesinin mekanları olmakla birlikte, ideal vatandaş, modern eğitimli statü sahibi bireyler örtülü tanımlaması ile aslında modern köleliği ve cinsiyetçiliği inceltilmiş politikaları ile yeniden üretmektedir.
Aslında pozitivist bilim bütünlüklü olarak düalist-ikilikli yapılar ve yapıların birbirine karşıt olması, birinin “asıl” diğerinin “tali” olması üzerine kuruludur: özne-nesne, akıl-duygu, bilim-bilimsel olmayan (kastedilen çoğu zaman dinlerdir), erkek-dişi. Dolayısıyla bilim, bu haliyle toplumsal sorunlara çözüm üretip, hakikati açığa çıkarma işlevini yitirmiş, iktidarın koruyuculuğuna, güçlendirilmesine, işbirlikçiliğine soyunup yeni sorunların kaynaklarından birine dönüşmüştür.
Bunun içindir ki, jineoloji ile, pozitivist bilimin, iktidar güç ilişkilerinin eleştirisi yapılırken tahakküm ilişkilerinin dışına çıkıp, doğa toplum kadın eksenli yeniden yapılandırma ve anlamlandırma kadın, doğa ve toplum temelli yeniden elle alınıp özü ile buluşturulması esas alınmaktadır.
Felsefe, bilgi, bilgelik, değerleri anlama anlamlandırma, hakikat ile bağ kurma çabasıdır. Hayatın içinde çıkar ve yükselir. Binyıllardır insanın, kendini, doğayı, dünyayı, toplumu, evreni algılama anlamlandırma ve yorumlama isteği süregelmiş, dolayısıyla bilimin her dalı bir felsefeye dayanır, bir felsefeye göre yolunu çizer. Neye göre hareket edeceği, ilkesel önceliğinin neler olacağı, felsefiktir. Felsefe sürekli değişim içinde olan dinamik bir alan olmakla birlikte, cinsiyetçi bakış açıları itibariyle dogmatik, tekçi ve iktidarlar ile işbirliği içindedir. İlk dönem filozoflarından başlayarak uzun bir süre filozofların kadına dönük ifadeleri, küçümseyeci ve cinsiyetçidir.
Dış dünya ile kurulan ilişkide ise erkek “tek özne” olarak uzun yıllar yer edinmiştir. Aristo “erkekler, zihnin veya aklın doğal timsaliyken; kadınlar, esirler ve barbarlar, tabii olarak aşağı sınıfı teşkil ederler –ki bunlar, aklın yönetmesi gerektiği beden ve tutkularla temsil edilir” belirlemesi ile sınıfsal küçümseyici bir yaklaşım geliştirdiği gibi akıl ile erkeği eşit görüp, aklın kadını kontrol etmesini savunur. İdealizmin önemli filozoflarından Hegel; “Erkek ve kadın arasındaki fark, hayvan ile bitki arasındaki farka benzer. Erkekler hayvanlara, kadınlar ise bitkilere benzer.” Belirlemesi ile aslında kadını salt solunum yapan, beslenen, çoğalan gibi canlılık özellikleri olan ancak düşünemeyen, fikirsel üretimde bulunamayan, yaşamı -fiili salt duyguları ile algılayan edilgen varlık olarak değerlendirir. Nietzche, filozoflar içinde kadın bakışı en tartışmalı olanlardandır. Bazı kesimler tarafından düşünceleri bir temele dayandırılıp savunma yapılsa da en yaygın kanı “kadın düşmanı” bir düşünce sistemine sahip olduğudur. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün ancak felsefe dünyasının cinsiyetçi karekterini anlayabilmek için önemli olan, üç isime bakmak yeterlidir.
Dünyayı, doğayı, toplumu yorumlayan, anlamlandıran, şekillendiren düşünce ve akıl cinsiyetçi olunca, kurumsallaşmalar da erkek egemenlikli iktidar alanlarına dönüştü. Erkeğin tek renkli gri oluşturduğu, kurumlar, iktidar ve tahakküm üretmiş, kadını “akılı-düşüncesi” olmayan “ara bir yerde” değerlendirip, kadının ontolojik olarak sorgulanması ve tanımlanması yapılarak, bugüne kadarda yansımasını bulan yüzlerce farklı-sahte tanımlamalar ile kadın toplum-yaşam özüne yabancılaştırılıp, nesnelleştirilmiştir. Ontolojik olarak felsefenin yaptığı, kadın düşürür, kandırır, eksiktir, fitnedir, kıskançtır, gibi binlerce tanımlamalar, iktidarların kadın köleleştirmesinde pusulası, olurken, felsefe ve filozoflar da araçsallaşmıştır.
Kadın hareketlerinin gelişmesiyle birlikte felsefe alanı da eleştiriye tabi tutulmuş, kadın filozoflar görünür kılınmıştır. Kadının yok sayılması, erillik, rasyonallik, toplumsal şekillenme, özne-nesne ilişkisi, kurumsallaşmalar, feminist felsefeciler tarafından yeniden değerlendirilmiştir. Kadının, doğanın ve toplumun izini bu bağlamda sürerken günümüzün popüler yada çarpıtılmış yanılgılı ve yanlı bilgisinden ziyade “ilk” “ana” kaynağa yönelinmiş, kimlik inşasında öze ulaşmak esas görülmüştür. “Varlık olarak kadını tanımlamak önemlidir. Kadın tanımlandığı oranda erkeği tanımlamak da olasılık dahiline girer. Erkekten yola çıkarak kadını ve yaşamı doğru tanımlayamayız. Kadının doğal varlığı daha merkezi konumdadır.” Abdullah Öcalan’ın bu belirlemesi ile de kadın tanımlaması ontolojik olarak başlangıç noktasına konulmuştur.
İktidarin “En Küçük” İşbirlikçisi Aile
Ataerkil sistem kendisini ailede temellendirir ve toplumsal ilişkileri buradan aşındırarak, iktidar ilişkilerinin parçası haline getirir. İktidar ve devlet düzeninin zihinlerde ve yaşamda gelişmesine ve devamlılığına bütün toplum ortak edilir. İktidarların varlığını sürdürmesinde, devletlerin kurumsalaşmasında aile tarihten günümüze kadar her dönemde önemli bir yer tutar. Devletlerin ihtiyacı olan asker-savaşçı, işçi-köle, teba-kul ve diğer hizmetler için aile kaynak olarak görülür. Kapitalist modernite için ise, liberal yurttaş yetiştirmenin ilk kurumudur. Sıkça söz edilir, aile “iyi yurttaşlar, vatanına milletine sadık bireyler” yetiştirmeli diye. Dolayısıyla ailenin ilk görevi iktidarın devamlılığını sağlayan bireyler yetiştirmesidir. Her birey içinde, ataerkil sistemin özelliklerini taşımalı ki, sistemin yürütücüsü devamlılığının sağlayıcısı olsun. Aile onun içinde her dönemde sistemin prototipi olmuş, egemenlikli kültürü üretmiştir.
Aile, iktidarın, devletin, sınıfın en küçük birimidir. Ailenin günümüz modernist biçimiyle ortaya çıkışı tarihsel süreç içinde yolculuğuna bakıldığında devletlerin biçim değiştirmesi ile paralel yürümüştür. İlk aile formu klan olarak kabul görmekte, kadın-erkek birlikteliğinden ziyade, toplumsal ihtiyaçlar eksenli bir arada olmaya tekabül etmekteydi, toplumsallığın, kültürün dilin deneyimin kaynağıydı. Ancak Ataerkil iktidarın gelişmesi ile birlikte, kadın ve çocukların erkeğin özel mülkiyetine verilmesiyle iktidarın prototipine denk gelmeye başladı. İktidarlar, ailenin “mahremiyeti” “kutsallığı” “dokunulmazlığı” “korunması” nı inşa edecek mekanizmalar geliştirmiş, “mutlak-kutsal metinlerle” de bağıtlamışlardır. Kutsal metinlerin ortak yanlarından birini kadının mutlak bağlılığı-bağımlılığı oluşturmaktadır. Ailenin kurulması, yürütülmesi, aile içi ilişkiler, “kadınlık görevleri”, boşanma, cinsellik gibi bir çok konu metinlerde yer alırken, kutsiyet atfedilen kişilerin aile yaşamlarındaki detayları ile de bütün boşluklar doldurulmaktadır.
Ekonomik üretim ilişkileri ile bağlantılı olarak ailenin yapısında da değişim yaşanmıştır. Tarıma dayalı yaşam ya da ucuz iş gücü ihtiyacı olan sanayi devrimi dönemlerinde kalabalık aileleri teşvik edilirken, kapitalist sistemin “batıcı” anlayışı daha küçük aileyi öne çıkarır. Savaş dönemlerinde ya da iktidarların daha çok “askere” ihtiyaç olduğu dönemlerde “daha çok çocuk için aile” özendirilerek, örnek aile modelleri oluşturulur. Her durumda da aile, sistemlerin iktidarların üzerinde hesap yaptığı, kendine göre şekillendirdiği bir yapı olmaktan kendini kurtaramamıştır. Aileyi, bireyleri kontrol altında tutma aracı olarak da kullanmışlardır. Ailenin, çocukla kurduğu duygusal bağ bu temelde her gün hatırlatılıp “kışkırtılmaktadır”. Bireyi yetiştiren, emek veren ailenin, kişinin emeğini ipotek altında tutup, tercihlerini geleceğini belirlemesinin yanın da sömürgeci devlete karşı mücadele yürüten Kürt gençlerini, küçük yaşta evlendirip aile kurdurma, ya da mücadeleden kopması için aile ile tehdit etme, klasik iktidar politikaları olarak hala uygulanmaktadır. Denilebilinir ki mevcut haliyle aile iktidarın temel ve en önemli ortağı, işbirlikçisidir. “İktidarın-devletin elinden aileyi alırsan geriye bir şey kalmaz” belirlemesi, erkeğin küçük iktidarı olarak inşa edilen ailenin, iktidarlar ve devletlerin kontrol aracı olduğunun en net tespitidir.
Dolayısıyla toplumsal dönüşümün kritik noktasında aile durmaktadır. Ailedeki tüm hiyeraşik, tahakküm ilişkilerinin aşılması, kadın ve çocuk üzerinde ifade edilen “özel mülkiyet” anlayışının terk edilmesi, ahlaki ve politik toplumun özgürlük felsefesi esas alınarak demokratik aile ile iktidarların aşılması mümkün olacaktır.
Sonuç olarak, baştaki tartışmaya yeniden dönecek olursak, ataerkil iktidarın güç kazanıp zaferlerini ilan etmesi ideolojik ve bir toplumsal inşa sürecine dayanmaktadır. Toplum-yönetim ilişkisinin ters yüz edilmesidir. Toplum lehine üretimin, iktidar lehine dönüşmesidir. Dolayısıyla şimdi toplumsal sorunları ve çözümleri tartışmasın da kadın sorunu yerine artık bir “erkeklik” etrafında gelişen iktidar sorunu olduğu açıkça ortada durmaktadır. Erkeklik tartışılıp aşıldıkça, ataerkil iktidarların zihniyetlerden başlayarak toplumsal sorunlarında aşılacağı öne çıkmaktadır. Bu da ancak İdeolojik sorunlarla ideolojik mücadelenin yürütülmesi ile mümkündür.
Kaynakça: